Aziz Nesin’in kendi kaleminden Yaşam Öyküsü

Aziz Nesin’in kendi kaleminden

Yıl 1915, Çanakkale Savaşının en kızgın, en civcivli zamanı. Nusret, “yardım, Tanrı yardımı, başarı, üstünlük” anlamına geliyor. Tanrı yardım etsin de Çanakkale Savaşını kazanalım diye, böyle bir dilekle adımı Nusret koyuyorlar. Mehmet de dedemin adı. Ben Mehmet Nusret…


Uygunsuz Biyer ve Zaman

Anadolulu bir köy çocuğu olan babam, onüç yasında gurbetçi olarak geldiği İstanbul’a yerleşmiş. Annem de Anadolu’nun bir başka köyünden, o da çok küçük yasında İstanbul’a gelmiş. Çünkü benim dünyaya gelebilmem için, onların bu uzun yolculuğa katlanarak, İstanbul’da buluşup evlenmeleri gerekiyormuş.

Seçmek elimde olmadığı için, çok uygunsuz bir zamanda doğmuşum; Birinci Dünya Savaşının en kanlı, en ateşli günleri, 1915’te… Yine seçmek elimde olmadığı için, yalnız uygunsuz zamanda değil, uygunsuz biyerde doğmuşum: Türkiye’nin en büyük zenginlerinin oturduğu İstanbul adalarından Heybeliada’da… Heybeliada, zenginlerin yazlığıdır. Ama zenginler, yoksullar olmayınca yasayamadıklarından, yoksulluklara çok gereksindiklerinden, biz de Heybeliada’da otururduk.

Bu sözlerimle şanssız olduğumu söylemek istemiyorum. Tersine, zengin, soylu ve ünlü bir aileden gelmediğim için, kendimi çok şanslı sayıyorum.

Ölen kız kardeşim Nurhayat ile birlikte. Saçları kurdeleli olan benim. Aziz Nesin


Annemin hiç fotoğrafı yok. Çünkü o dönemde kadınların resim çektirmeleri günah sayılıyordu. Babam da çok az resim çektirmiştir. 83 yaşında ölen babamın, şimdiki benim yaşımdayken (75 yaş) çekilmiş resmi.

BABAM

Dünyaların en iyi babası benim babamdır
Düşmandır düşüncelerimiz
Dosttur ellerimiz
Dünyada tek elini öptüğüm
Babamdır
Kırkını geçtin adam olmadın der
Başım önümde dinlerim
Önünde tek bas eğdiğim babamdır
Sabahlara dek Kuran okur
Anamın ruhuna
İnanır ona kavuşacağına
Bana gâvur der
Diş bilemeden
Dünyada tek bağışladığı ben
Tek bağışladığım odur
Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma
Bitürlü ölemiyorum der senin yüzünden
Çocuklar ortada kalacak
Ölemez kahrımdan benim
Yasamak zorunda benim yüzümden
Gözlerindeki ateş bakışlarında söner
Tuttuğun altın olsun der
Çocukluğumu tek anlayan odur
Dünyaların en iyi babası benim babamdır

Annemin hiç fotoğrafı yok. Çünkü o dönemde kadınların resim çektirmeleri günah sayılıyordu. Babam da çok az resim çektirmiştir. 83 yaşında ölen babamın, şimdiki benim yaşımdayken (75 yaş) çekilmiş resmi.

Yıl, 1919-1920 olacak… Babam yok ortalarda. O, çok daha önceleri Anadolu’ya gitmiş, bizi öyle bırakıp… Anadolu’da Kurtuluş Savası var.


GALİP AMCAM

Yıl 1921, Galip Amcam bir roman: Arapça, Farsça, Fransızca ve yüksek matematik bilen, şiirler yazan bir Rufaî ve Kadirî dervişi… Zamanına göre çok devrimci, ilerici bir adam olduğu için ne hocalarla ne şeyhlerle uyuşabilirdi; buyüzden işi gücü de yoktu. Hem de hattattı, hem de beste yapardı, hem de marş bile bestelerdi.

Galip Amcamdan her nasılsa bana kalmış birkaç defter vardır. Şimdi o defterleri karıştırıyorum; onlarda kırk beş yıl önce Gebze’deki çınar altında arkadaşlarına okuduğu manzumelerden kimisini buluyorum.

Beni Galip Amcam okuttu. İlkin ondan okuma yazma öğrendim, sonra Arapçaya başladık… Sekiz yasımda hafız oldum…

“Hüsn-ü hat” öğreniyorum, yani güzel yazmak, kaligrafi… Hesap, hendese (aritmetik, geometri) öğreniyorum. Öfff Patlıyorum, boğuluyorum… Çocukluğumu hiç yasamadım. Çember çevirmedim, zıpzıp, bilya alamadım elime. Uçurtma uçurmadım. El bende, sobe, körebe, birdirbir, uzuneşek, kovalamaca oynamadım… Hiç, hiçbisey… Çocuk olmuş tek günüm yok yaşamımda… Oysa öyle severdim ki koşup oynamayı…


İLK OYUN DENEMESİ

Yil 1922-1923, ilk oyunumu yedi yada sekiz yaşımdayken yazmıştım. Bir ramazan gecesiydi. Cerrahpaşa’da oturuyorduk. Fatma’nım, yani Fatma Hanım adında, tanıdığımız bir kadın vardı. İşte o Fatma’nım beni bir ramazan gecesi, Cerrahpaşa’yla Hekimoğlu Ali Pasa arasındaki bir yangın yeri arsasında kurulmuş bir çadır tiyatrosuna götürmüştü. Orda bir ortaoyunu seyretmiştim.

Bu benim ilk tiyatro seyredişimdi. Sabaha dek rüyamda tiyatro görmüştüm. O zaman dahaca okula bile gitmiyordum. (Okula on yasımda, üçüncü sınıftan başlayarak gitmiştim.) Ortaoyunu seyrettiğim gecenin sabahında da, yedi yada sekiz yasımda, yaşamımın ilk oyununu yazmaya başlamıştım. Elbette bu oyun, seyrettiğim oyunun öykünmesi, çok benzeriydi. Üç beş sayfa yazdığımı anımsıyorum.


DARÜSSAFAKA

1926’da Darüşşafaka’nın giriş sınavını biz yüz çocuk kazanmıştık. Aklımda kaldığına göre okula otuz çocuk alacaklardı. Bahçede, merdiven dibinde kura çekiliyordu. Çocuklar gelip, elini torbaya sokuyor:

Boş… Boş… Boş…

Boş çekenler, boynu bükük, küskün, dargın dönüp gidiyorlardı, ağlıyorlardı.

Boş… Boş…

Ilk doluyu ben çekmiştim. Şimdi düşünüyorum, acı acı düşünüyorum Ya boş çekseydim?.. Belki okuryazar bile olamazdım, şimdi yoktum. Bütün bir yasam, küçük bir kâğıdın üstünde “boş” yada “dolu” yazılı olmasına bağlı…

*Darüşşafaka’ya yalnız babasız çocuklar alınıyordu. Oysa benim babam vardı. Vardı ama, neredeydi? Belki o gün, belki bikaç ay sonra babam çıkıp gelecekti biyerlerden…


İLK ROMAN DENEMESİ

Yil 1927, ben o zaman, on iki yaşımda bir ortaokul öğrencisiydim. Bir roman yazmaya başlamıştım. Bir küçük defterin yarıdan çoğunu yazmıştım. Babıâli’deki kitapçıların hepsine mektuplar yazıp gönderdim: “Bir roman yazdım. Yayımlamak ister misiniz?” Ağdalı sözcüklerle çok ağırbaşlı bir mektup yazmıştım ki, kitapçılar benim bir çocuk olduğumu anlamasınlar.

Basarmış olacağım ki, salt bir kitapçıdan çok usturuplu, saygılı bir yanıt almıştım. Uçmuştum, uçmuştum sevincimden… Daha ortada roman yok. Basarız diye yanıt alırsam, hemen romanın gerisini de yazacağım. Roman yazmak da bir iş mi sanki… Kendim götürmeyecektim, postayla gönderecektim. Romanım basıldıktan sonra ortaya çıkacaktım ve o zaman karşılarında bir çocuk görüp şaşacaklardı. Gelen yanıtta “Elde nesir sırasını bekleyen pek çok roman bulunduğundan maalesef romanınızın tab edilemeyeceği” yazılıydı. Öyleyse nedendi bu sevincim? Çünkü mektup “Muhterem Mehmet Nusret Beyefendi” diye başlıyordu ve bu denli ciddi bir mektubu ilk alıyordum. Yazık, bu mektup şimdi elimde değil.


ANNEMIN ANISINA

Bütün anneler, annelerin en güzeli,
Sen, en güzellerin güzeli.
Onüçünde evlendin,
Onbeşinde beni doğurdun,
Yirmialtı yasındaydın,
Yasamadan öldün.
Sevgi tasan bu yüreği sana borçluyum.
Bir resmin bile yok bende,
Fotoğraf çektirmek günahtı.
Ne sinema seyrettin, ne tiyatro.
Elektrik, havagazı, su, soba,
Ve karyola bile yoktu evinde.
Denize giremedin,
Okuma yazma bilmedin.
Güzel gözlerin,
Kara peçenin arkasından baktı dünyaya.
Yirmialtı yasındayken
Yasamadan öldün…
Anneler artık yasamadan ölmeyecek…
Böyle gelmiş,
Ama böyle gitmeyecek


NESİN?

1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için, insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.

Dünyanın en cimrileri “Eli açık”, dünyanın en korkakları “Yürekli”, dünyanın en tembelleri “Çalışkan” gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazılabilecek bir zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine “Çeviker” soyadını almıştı.

Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılık anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.

Hertürlü yağmada hep sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “Nesin” soyadını aldım. Herkes “Nesin?” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim, istedim.


ÇIÇEGİ BURNUNDA BİR SUBAY

1937’de subay oldum, yani bir Napolyon… Daha doğrusu, Napolyon’lardan biriydim. Her yeni subay, kendini Napolyon sanır. Kimilerinde bu kendini Napolyon sanma hastalığı bütün yaşamlarınca sürer. Kimileri, bisüre sonra kendilerini bu hastalıktan kurtarabilirler. Napolyonculuk tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalıktır. Bu hastalığın belirtileri şunlardır: Hastalığa tutulanlar, Napolyon’un yalnız utkularını düşünür, ama bozgunlarını hiç düşünmezler, sağ ellerini ceket düğmelerinin arasından geçirmeyi severler, dünya haritasını önlerine koyup kırmızı kalemle haritaya oklar çizerek bütün dünyayı beş dakikada zapt ve istila ettikten sonra dünyanın bu denli küçük olmasına üzülürler.

22-23 yaslarında çiçeği burnunda bir subayken, harita üzerinde kırmızı kalemle dünyayı günde birkaç kez fethederdim. Benim Napolyonluk hastalığım ancak biriki yıl sürdü̈. Bu hastalık sırasında bile faşist eğilimli olmadım.


GÜZEL SANATLAR AKADEMİSİ

Yil 1938, Fen Tatbikat Okulundayken Güzel Sanatlara yazıldım. Akademinin Doğu Süsleme Sanatları Bölümüne devam etmeye başladım. Askerliği sevmemiştim. Akademiyi bitirmek için sınıfta kalmak istedim. Bunu anladılar. Sınıfta kalmadım. Beni daha sonra kıtaya gönderdiler. Akademiyi bitiremedim.


İLK ÖYKÜLER

Yıl, 1942… Üsteğmenim. “Aziz Nesin” takma adıyla dergilere öyküler gönderiyorum. Bunlardan biri, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Yeni Adam’ı, biri Sedat Simavi’nin Yedi Gün’ü, biri Remzi Oğuz Arık’ın Ankara’da yayımlanan Millet’i… Bir Memurun Masası adlı öykümü Akbaba’ya postaladım. Şimdi adlarını ansıyamadığım iki öykü̈ daha göndermiştim, onlar da yayımlanmıştı. O sıra ne sağcıyım, ne solcu… Dünyadan haberim yok.

O zamanlar gazetelerde yazan askerlere üstleri iyi gözle bakmadıklarından, yazılarımı kendi adımla değil babamın adıyla, Aziz Nesin diye yazdım. Bu ilk takma adım gerçek adımı örttü, Nusret Nesin unutuldu.


ASKERLİKTEN KURTULMAK…

Yıl, 1944… Profesyonel yazarım artık, kalemimle geçiniyorum. Sedat Simavi’nin Yedi Gün ve Karagöz’ünde çalışıyorum.

İyi ki mutlu bir tesadüfle asker olabildim de okuma olanağı elde ettim, hiç değilse böylece yazar olabildim. Yoksa yazar olmak isteyip olamamış, ama kendini yazar sanan, doyumsuzlukları ve aşağılık duyguları yüzünden o dünyanın en kötü insanlarından biri olacaktım.

Yazar olayım diye, askerlikten kurtulmak için yıllarca çırpınışlar… İkinci Dünya Savası yılları, subaylar ne istifa edebilir, ne de emekliye ayrılabilirdi. On yıl önce emekli olmuş subayları bile orduya almışlardı. Sekiz yıl doğu ve batı sınırlarımızda görev… O koşullar içinde havaya uyarak erkenden evlilik…

Askerlikten mahkeme kararıyla çıkartılıp üç ay on gün cezaevinde kaldıktan sonra, issiz ve parasız kaldığım gün, zengin olma yoluna değil yazar olma yoluna gitmiştim.


TAN GAZETESİ

1944-45 yıllarında Tan gazetesinde köşe yazarıydım. O zaman fıkra yazarı deniyordu. O çağda genç yazarlar fıkra yazarı olmazlardı. Beni biçok gazete köse yazarı olarak Tan’dan almak istiyordu. Tan, Babıâli’nin enaz para veren gazetesiydi. Ama ben Sabiha ve Zekeriya Sertel dolayısıyla Tan’a sempati duyuyordum; ayrılmadım.


CUMARTESİ

Tan gazetesinin komünist olduğu yolunda yapılan kışkırtmalar sonunda, 1945 yılında tek parti iktidarı CHP, üniversite öğrencilerine gazeteyi ve Tan Matbaası’nı yıktırttı.

Ne zaman ki Tan yıkıldı, bana hiçbiyerde is vermediler. Onun için Cumartesi adlı magazini çıkardım.

El dizgisiyle çalışan basımevinde bir magazin çıkarmaya kalkıyoruz. Olacak şey değil elbette. Elimizde malzememiz yok, büyük sermayemiz yok… Dımdızlak kaldık yani sonuç olarak. O zaman bana yardım edenlerden biri Sait Faik’ti. Rıfat Ilgaz o zaman çok yakın bir dostumdu, şimdi aynı dostluk ilişkimiz yok.

Yedi sayı çıkabildi Cumartesi. Destek görmedik. Benim de acemiliğime geldi. Daha basın yaşamına gireli bibuçuk, iki yıl olmuştu, piyasayı bilmiyordum. Tamamen magazindi ama, ben sunu yapmak istiyordum, gene de aynı şeyi yapmak isterim fırsatım olsa, enerjim olsa… Magazin olarak düşünceyi vermek.

Parasız yönden umarsız kalıp Cumartesi’yi kapattım. Elimde dağlar kadar iade sayılar kaldı. Satılmayıp geri gelmiş Cumartesi’leri iskele ve vapurlardaki satıcılara verdik. Onlar, diyelim 10 kuruşluk dergiyi bizden 2 kurusa alıp, yine diyelim 5 kurusa satıyorlardı. Cumartesi’lerin vapur ve iskelelerde satıldığı günlerde (1946) Markopaşa adlı haftalık gülmece dergisi çıkarıyordum.


MARKOPASA

Yil 1946, Markopaşa adıyla haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmayı düşünüyor, hiç param olmadığı için bu işe sermaye arıyordum. İşte bu günlerde Ankara’dan gelen Sabahattin Ali “Sermayeyi ben vereyim, gazeteyi birlikte çıkaralım,” dedi. Anlaştık.

Markopaşa gülmece yoluyla bir kavga basbayağı bir kavga gazetesiydi. Markopaşa’nın gerçek değerini anlayabilmek için, o koşulları ayrıntılarıyla bilmek gerekir. Kavgaya girmişsin, elinde hiçbir silah yok. Birden taşı kapıp düşmana fırlatıyorsun. O kavga önemli, ama taş önemli değil…  

Yıllarca süren tek parti iktidarının antidemokratik baskılarından halk öyle bunalmıştı ki, yüreklenip de kendi söyleyemediklerini Markopaşa’da buluyor, Markopaşa’yı dilmacı sayıyordu. işte büyüden okurlar olağanüstü ilgi göstermişlerdi; kendilerini Markopaşa aracılığıyla bu siyasal kavgaya katılmış duyumsuyorlardı.  1946 yılında en büyük satışlı gazete olan Cumhuriyet’in satısı ortalama 30 bindi. Yalnız bitek gün, 1946 seçim günü̈ Cumhuriyet 40 bin, Vatan gazetesi de 50 bin satılmıştı. İşte bu dönemde Markopaşa’nın sürekli satışı 60 bindi.

Markopaşa’nın siyasal gülmecesinin etkisi öylesine büyük olmuştu ki, daha ikinci sayısı yayımlanır yayımlanmaz, 4 Aralık 1946’da Büyük Millet Meclisinde söz konusu edilmişti. İktidar partisi olan CHP sıkıyönetimi uzatabilmek için Markopasa’yı bahane diye ileri sürüyordu. Valiler ve emniyet müdürleri birçok vilayete gazeteyi sokmuyorlardı. Gericiler, durmadan gazete aleyhinde tertipler ve gösteriler yapıyorlardı. Gazete aleyhinde birçok dava açılmıştı…

Markopaşa o denli ağır baskılara uğramış, sık sık kapatılmıştır ki, tam altı kez adını değiştirerek, başka adlarla yayımını ve yayım yoluyla politik savaşımını sürdürebilmiştir: Malum Pasa, Ali Baba, Yedisekiz Hasan Pasa, Bizim Pasa, Medet.


PARTİ KURMAK PARTİ VURMAK

Yayımlanmış ilk yapıtım, yapıt sayılmayacak olan Parti Kurmak- Parti Vurmak adlı onaltı sayfalık bir kitapçıktır.

Bu kitapçıktan elde kalan tek nüsha Nesin Vakfı kitaplığındadır. O kitapçıkta yazdıklarımı beğenmediğim için kırküç yıldan beri ne yeni basımını yaptım, ne de o yazıları başka bir kitabıma aktardım.


NEREYE GİDİYORUZ?

Yıl 1947, İkinci Dünya Savaşı sonu… Türkiye’nin bugünkü acıklı durumunun başlangıcı ve kaynağı olan Truman Doktrini adı altında modern emperyalizm, özellikle geri kalmış ülkelere yardım maskesi altında sömürü ağlarını germeye başlamıştı.

Öyle biyer geliyor ki, artık o yerde gülmece yoluyla savaşma olanağı da kalmıyor. Modern emperyalizmin Türkiye’ye girişine karsı halkımızı uyarmak için gülmece dışında yayın yapmamız gerekiyordu. İşte bu amaçla Nereye Gidiyoruz? başlıklı küçük bir kitapçık yazdım. Tek yanı basılmış o kitapçıktan şimdi elde hiç yoktur. Sıkıyönetim arşivlerindeki mahkeme dosyasında bulunup da çıkarılsa, o yazı yüzünden bir yazarın nasıl olup da hapse ve sürgüne mahkûm edildiğine, beni mahkûm edenler bile şaşarlar.

Savcı yirmi iki yıl hapsimi istiyordu. Suç eylemi eksik kaldığından, her ne kadar sıkıyönetim varsa da savaş hali sayılamayacağından… Pazarlık, pazarlık… Tut aşağı, vur yukarı: On ay hapis ve Bursa’ya sürgün…

Kitapçığımın adı Nereye Gidiyoruz?’du. Bugün nereye gittiğimizi görüp bilmeyen kalmadı ama ben hapse ve sürgüne gidiyordum. 1947 yılında Pasakapısı Cezaevine kapatılmamdan iki üç gün sonra, cezaevine bakan savcı İzzet Akçal koğuşa geldi. Dışarı yazı çıkarmamam koşuluyla ne istersem yapılacağını, her kolaylığın gösterileceğini söyledi. Bu onun kendi isteği değil, CHP iktidarının isteğiydi. Nasıl olsa o günlerde yazımı yayımlayacak dergi, gazete kalmamıştı. Hepsi kapatılmıştı. Bu nedenle İzzet Akçal’a yazı yazacağımı, ama dışarı çıkarmayacağımı söyledim.


ZİNCİRLİ HÜRRİYET

Bigün Mehmet Ali Aybar ziyaretime geldi; haftalık bir dergi çıkaracağını, bu derginin arka sayfasını benim yazmamı söyledi. Elbet yazacaktım. İzzet Akçal’ın yazımı yayımlatmak istemeyişi, yasadışı bir hükümet buyruğuydu. Başka bir ziyaret günü̈ Aybar’a yazdığım yazıları verdim. İkinci dizi olarak Zincirli Hürriyet’in ilk sayısı 5 Şubat 1948’de çıktı. Arka sayfasının baslığıysa Zincirli Mizahtı.



BURSA’DA SÜRGÜNKEN

Güzeldir bu şehr-i dilara-yı Bursa

Şeftalisi var yiyemedik

İpeklisi var giyemedik

Kaplıcası var giremedik

Lakin güzel şehirdir Bursa


BASDAN

Yıl 1948, Sürgünde bulunduğum Bursa’dan, cezam bitmiş, İstanbul’a dönmüştüm. Bulabileceğimi sandığım her yerde Sabahattin Ali’yi aradım. Ortalarda yoktu. Sabahattin için son bilinen, taşıyıcılık yaptığı kamyonla biyelere gittiğiydi.

Bastan adlı haftalık bir siyasal gazete çıkarmaya başladım. Sabahattin Ali’nin kişiliğini bildiğimden, onun bir yazısını yayımlarsam dayanamaz, ortaya çıkar diye düşündüm; Türkiye’nin neresinde olursa olsun, ya gelir ya bir haber ulaştırırdı. Markopasa’da çıkmış başyazılarından birini Baştan’da yayımladım. İkincisini yayımladım. Günler, haftalar geçti, Sabahattin’den haber çıkmadı.

Bigün evime İstanbul Savcılığından bir çağrı yazısı geldi. Belki beni yazdığım yazılardan yine savcılığa çağırıyorlardı…

Savcı,

– Sizi tanıklık için çağırdık, dedi, bazı eşya göstereceğim, kimin olduğunu bilirseniz, söyleyiniz Bulgaristan sınırında, çalılar arasında biyerde bir ceset bulunmuş. Cesedin üstünden bu eşya çıkmış. Sabahattin Ali’nin olduğu sanılıyor.

Savcının elindeki kırık gözlük camlarına baktım, gözlerim doldu.


AZİZNAME

1948 yılında Azizname adlı bir taslama kitabı yayımlamıştım. Bu taslama kitabının ilk sayfasında su dörtlük vardı:

Zannetme ki daim bişekcesine,

Siz her anırdıkça huu çeker milleti

Alkış beklerken siz eşşekcesine,

Verir hakkınızı yuu çeker milleti

Zamanın basın savcısı Hicabı Dinç, bu taşlama dörtlüğüyle hükûmeti aşağıladığımı iddia ederek aleyhime dava açmıştı. Tutuklanmam için emir alan polis beni arıyordu. Büyük geçim sıkıntısı çektiğim o günlerde, cezaevine girmeden önce, tutuklu kalacağım sürece iki çocuğumun geçimini sağlayacak parayı bulmaya çalışıyordum; ondan sonra da polise gidip teslim olacaktım. İstanbul siyasî polisi büyük bir çabayla beni altı ay aradı. Polis beni bulamadı. Çünkü̈ o kaçak gezdiğim günlerimi, İstanbul’un genel kitaplıklarında, gülmece konusunda çalışarak geçiriyordum ki, kitaplıklar polisin uğradığı, uğramayı akıl edeceği yerler değildi.

Gazeteciliğe başladığım 1944 yılından Azizname adlı taslama kitabım yüzünden polisçe arandığım 1948 yılına dek, gülmece yazdığım, gülmece yazarı olarak tanındığım halde, gülmecenin ne olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini, tarihini, kuramlarını, oluşumunu bilmiyordum, bu konular üstünde hiç düşünmemiştim. Siyasî polisin beni aradığı, kaçak olarak kitaplıklarda geçirdiğim o altı ay içinde, ilk olarak, yaptığım işin niteliği ve gülmecenin tarihi üzerinde çalışma olanağını elde ettim.


YENİ BASTAN

Yıl 1950, Georges Politzer, Fransa Nazi işgalindeyken, Paris’te isçilere geceleri dersler veriyordu. Üniversite derslerinden oluşan felsefe kurslarını Felsefe Dersleri adıyla çevirttim. 1950 yılında çıkarmakta olduğum Yeni Bastan adlı dergide tefrika etmeye başladık. Ya üç ya dört tefrika çıkmıştı ki büyüden tutuklandım.

“Bu eseri sen çevirdin” diye komünistlikten mahkûm ettiler. Bar bar bağırdım “Ben Fransızca bilmiyorum” diye. Çevirmediğim bir yazıdan mahkûm oldum. Ve tabii mahkûm olunca da, ister istemez komünist olmuş oldum.

Hapisane bana kitap okumak, düşünmek, dinlenmek olanağını veriyor. Biçok iş planımı hapishanelerde yaptım. Bu iyi taraflarına karşılık, biçok da fenalıkları var ki, bundan laf etmeyeceğim.


GAZETE SATICILIGI

1953-54 yıllarında, iki küçük çocuğumu geçindirebilmek için, babamın bizi geçindirmek için eşekle zerzevat sattığı durumdan çok daha aşağı düzeylerde isler yapmak zorunda kalmıştım.

Bu islerden biri gazete satıcılığıydı. Daha gün dogmadan Cağaloğlu’na gidip gazeteleri bayiden alır, Levent’e dek taşır, evlere dağıtırdım. 38 yasımdaydım, üstelik yüksek öğrenim görmüş, subaylık ve yazarlık yapmış biriydim.

Gazete satıcılığı yaptığımdan dolayı iki çocuğum benden utanıyorlar mıydı? Sormadım ama davranışlarından aşağılık duygusuna kapıldıklarını sezmiştim. Çocuklarım benden utanıyorlardıysa, sanki babama yaptığım kaba haksızlığın birazını olsun ödeyecekmişim gibi gelirdi bana. Babama yaptığımı, çocuklarım bana ödetecekti.


OLUS KİTABEVİ VE PARADİ FOTOGRAF STÜDYOSU

1953 yada 54 yılıydı. Levent’te “Oluş Kitabevi” adıyla bir kitabevim vardı. Kitap ve gazete satıyordum. Ama bu kitabevi kazanmıyor, zarar ediyordu durmadan. Beyoğlu’nda bir ortakla fotoğraf stüdyosu kurdum. Bir ortağım vardı, onunla beraber. Paradi Fotoğraf Stüdyosu’ydu. Burası daha da çok zarara sokmuştu beni. Çok borçlanmıştım. Geçinebilmek için biseyler yapmak zorundaydım.


GERİYE KALAN

Yıl 1953, Geçinebilmek için bir küçücük kitap çıkarmayı tasarladım. Başvurduğum yayıncıların hiçbiri bu kitabımı yayımlamak istemedi. Kendim yayımlayabilmem için de param yoktu. Babıâli’de kâğıt alışverişi de yapan hamallardan birinden krediyle kâğıt aldım. Bir basımevinde de yine krediyle kitabımı dizdirtip bastırdım. Ressama para veremeyeceğim için kapak resmini de kendim yaptım. Ucuz olması için, kapak kötü̈ bir kâğıda iki renkli olarak basıldı.

Bu benim ilk öykü kitabımdı. Hiç satılmadı. Basımevine olan borcumu başka yerden borç alarak ödedim. Kâğıtçının borcunu ödeyemedim. Kâğıtçı benden alacağına karşılık, fiyatı 50 kuruş olan kitapları basılı kâğıt fiyatına okkayla tartıp kiloyla aldı, işportaya, sergicilere verdi. Geriye Kalan adlı ilk kitabım aylarca sokak sergilerinde, kaldırımlarda, toz toprak, çamur içinde sürüklendi durdu.


AKBABA

Yıl, 1953… Türlü olaylar, türlü belalar gelmiş geçmiş başımdan. Bigün, Akbaba’nın sekreteri Selami Münir Yurdatap’ı gördüm. Akbaba için üsteleyerek benden yazı istedi. Doğrusu, Akbaba’ya yazmak içimden gelmiyordu. Genellikle Akbaba gülmecesine karsıydım. Bundan da önemlisi, Ortaç, yıllarca çatıştığımız, çarpıştığımız tek parti iktidarı olan CHP’nin o günkü milletvekiliydi.

Yazarlıktan gittikçe umudumu kesmekte olduğum acılı günlerimdi. Bitakım dergilere polisiye romanlar yazıyordum, gazetelere takma adlarla röportajlar yapıyordum. İşte o günlerde Akbaba’ya yazmaya başladım.

Bikaç ay sonra, Akbaba’nın hemen bütün yazılarını ben yazmaya başlamıştım. Elime daha çok para geçmesi için üstüme çok iş almak zorundaydım. O zaman da aldığım işleri tam zamanında yetiştiremiyordum. Ortaç’la aramızdaki anlaşmazlık en çok bu yüzden çıkmıştır. Haklıydı Ortaç. Derginin yazılarını zamanında istiyordu. Bundan başka bisey daha istiyordu; yazıların güzel de olmasını… Ben, verdiği paranın artırılmasını isteyemiyordum; çünkü bana yazı yazdırmakla zaten iyilik yapmıştı. Ama bu durum aramızda bir tedirginlikti.

Yazılarım Akbaba’da basından beri hep imzasız, baska, uydurma adlarla çıkardı; ama olsun, ne olursa olsun, benim o günlerde Akbaba’dan başka hiçbir gelir kaynağım yoktu.


6-7 EYLÜL

1955 yılı, 6-7 Eylül gecesi, zamanın hükümeti Kıbrıs konusunda Türkiye’nin duyarlığını dünyaya göstermek için İstanbul’da el altından bir miting düzenlemişti. O miting serserilerin, ayaktakımının ve yoksulların gösterisine dönüşmüş, İstanbul’un bütün baldırı çıplakları sokaklara dökülmüş ve bu mitingin yönetimi hükümetin elinden çıkarak bütün gece sabaha dek İstanbul, özellikle Rum, Ermeni, Yahudi evleri ve malları yağmalanmıştı. Sabah olunca hükümet ne yapacağını sasırmış, olmayan suçluları bulma telasına kapılmış ve suçluları bulmuştu. Benim de içinde bulunduğum altmış kadar yazar, sair, çevirmen ve aydını… Hepimizi askerî cezaevine tıkmış ve zamanın sıkıyönetim komutanı,

– Bunlar salkım salkım asılacaklar! diye buyruğunu vermişti.

1955’te, Harbiye’deki askerî cezaevinin daracık hücresinde Kemal Tahir’le birlikteydik. Bu dar hücreye, yatarken ikimiz birden sığışamadığımızdan, geceleri yere benim basım onun ayaklarına, onun ayakları benim basıma gelmek üzere, birbirimize ters uzanırdık. Hücre karanlıktı. Tepede, örgü tel içindeki kör lamba hücreyi aydınlatmıyor, karanlığın yoğunluğunu daha çoğaltıyordu. Evimizdekiler nerde olduğumuzu bilmiyorlardı. Hiç kimseyle görüştürülmüyorduk. Geceleri hücrenin çıplak taş tabanına uzanıp yatıyorduk.

Hapisteyken asılacağımızı söylediklerinde gülmüştük. “İlgisi olmayan insanları nasıl asarlar?” diye. Ama şu kadarını söyleyeyim: O zaman asılsaydık, yağma ve yıkmaları bizim yapmadığımıza kimse inanmazdı. Herkes, “Yağmacı olmasalardı asılmazlardı,” derdi. Çünkü öyle bir hava estirildi ki, biz bile inanmaya başladık. “şu İstanbul’u acaba biz mi yağmaladık?” diye.


FİL HAMDİ’YLE ALTIN PALMİYE ÖDÜLÜ

1956 yılında İtalya’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik alıp Altın Palmiye [Palma D’oro] kazandım. O güne dek kendi adımla yazılarımı basmayan gazete ve dergiler, Altın Palmiye’yi kazandıktan sonra yazılarımı adımla yayımlamaya başladılar. Ama bu uzun sürmedi. Adım yine gazetelerden silinince, 1957 yılında bu yarışmayı ikinci kez kazanıp bir Altın Palmiye daha almak zorunda kaldım. Bundan sonra adım yine gazete ve dergilerde görünmeye başladı.

27 Mayıs darbesinden sonra devletin yoksullaşmış bütçesine yardım için halk nişan yüzüklerini, altınlarını askerlere bağışladı. Ben bile Altın Palmiye ‘mi altı ay sonra beni tutuklayacak olan 27 Mayısçılara teslim etmiştim, bütçemize bir küçücük katkı olur diye… Tam o sırada, emekliye ayrılan subaylar için İstanbul’un Gayrettepe’sinde evler yaptırılmıştı. Halk, bu bağış aptallığını çabuk anlayarak, bu evlerin yapıldığı yere Alyans Mahallesi, Yüzük Mahallesi adını takmıştı. İkinci Altın Palmiye ile Altın Kirpi’yi, ilerdeki sevinçli günlerde, yine gerekir diye saklıyorum.



DÜSÜN YAYINEVİ

1957’de Kemal Tahir’le birlikte Düşün Yayınevini kurmuştuk.

Cumhuriyet’ten önce Ahmet Mithat Efendi gibi basımevi kurmuş yazarlar vardı ama Cumhuriyet tarihinde o güne dek kendi kitaplarını yayımlamak için yayınevi kuran ilk yazar ben olacaktım. Beni buna kitaplarımı çıkarmak istemeyen kitabevi ve yayınevi sahipleri zorlamıştı.

Kemal Tahir’le pek çok konuda anlaşamazdık. Yine de dosttuk. Ben Kemal’i çok sevmişimdir, bütün yanılgıları, eksikleriyle… Onun da beni sevmiş olduğuna, dünyada sayıları az olan gerçekten beğenerek sevdiği insanlardan biri olduğuma inanırım. Ama beni bunca sevmiş olması, karakterinin gereği olarak, arkamdan ve aleyhimde konuşmasına hiç de engel olmamıştır.


OYUN YAZMAK

Yıl 1958, İlkin oyun yazışımı yadırgadılar. ‘‘Gülmececiliği, öykücülüğü küçümsüyor da…’’ dediler. Bunca yıllık uğraşımı küçümser miyim hiç, öper basıma korum kutsal ekmek gibi…

Sonra, kırküç yasımdayken ilk oyunumu bastırdığım için de kınadılar. “Kırkından sonra azmış’’ gibi geliyordum onlara. Bilemezlerdi ki… Askerî ortaokulun yedinci sınıfında Türkçe öğretmenimiz Bahri Baba, derste tiyatro bölümünü̈ anlatırken dalmışım, dalmışım da dalıp gitmişim. Bahri Baba çocuklara,

– Görürsünüz, oyun yazarı olacak derken kendime geldim. Suçüstü yakalanışımdan bir utandım ki… Oysa biz o sıralara general olmak için oturmuştuk.


“YAZAR DEGİL, O BİR ROTATİF…”

Kaç yılıydı? Anımsayamıyorum. Erenköy, Ethem Efendi Caddesi’ndeki evde oturuyorduk. 1958-59 olabilir. Kalabalık ev… Çok ucuza yazıyorum. Makine gibi çalışmak zorundayım. Yusuf Ziya Ortaç’ın benim için “Yazar değil, o bir rotatif…” dediği günler.

Yazarlığımın 1960 yılına kadar olan evresinde, benim için ne yazdığım önemli ama nasıl yazdığım önemli değildi. Beni bu sanıya zorlayan biçok etken vardır. Ama başlıcası ekonomik etkendi.

Sık sık sorarlar:

– Nasıl bu kadar yazabiliyorsun?

Derler ki, kimi sanatçıların esin perileri varmış da, bu periler onların ruhuna sanatı üflermiş. Esin perim yok ama, benim de esin cinim, esin cadım, esin devanam var. Benimkilerin yarısı kus, yarısı kız değil, olsa olsa onda biri insan da geri yanı canavar. Omzuma tünememiş, sırtıma binmiş, ben altta iki büklüm, kan ter içinde, yorgun bitik… Hem benim esin cinim, esin cadım bitane değil, sürü sürü… Ikisi inse, üçü biniyor sırtıma. Sırtıma binmiş, üstüme çullanmış olan esi n cadıları, esin cinleri, esin canavarları durmadan buyuruyor, zorluyor, azarlıyor:

– Yaz Hadi yazsana Durma yaz Ne duruyorsun? Uyumaya hakkın var mı senin… Uyan Oturma öyle… Kalk çabuk… Hasta da olamazsın… Sissst, kalk bakalım… Yaz

Benim esin cinlerim, cadılarım, canavarlarım: Kira isteyenlerim, para isteyenlerim, alacaklılarım, bitürlü bitip tükenmeyen gereksinimler… 

1950-1960 Yıllrı Arasında Çıkan Kitaplar